14 Aralık 2013 Cumartesi

                        Sürgünden Dönüş
                   -I-
O kentin kapısı önünde ;
Kuşkularla kuşatılmış ve dalgın,
İç kentim  mi bir  dış kent miydi bu?
Bilemem, bunu şimdi sormayın…
Karanlık bastırıyorken girdim;
El ayak çekilmiş dar sokaklardan,
Bir ağaç altında oturmuştum, huzursuz
Üşümüş ve türlü tehlikeye maruz,
Karşı tepede bir konak
Bir iki penceresi ışıklı…
Tepe eteğinde ,  güneşin yasını tutan,
Karalar giymiş bir koru
Koru değil  “meşcere “  diyordum,
Çünkü içim makbere gibiydi,
Ortaçağda bir gece yaşıyordum..
Bu kentle ilgili bir anım yoktu…
Kentin adından da habersiz
Sadece altında oturduğum ağacın
Nefes aldığını hissediyordum.
                     -II-
Huzursuz ,üşümüş,türlü tehlikeye maruz
Dışım buz kesmiş , yüreğimde buz
Yaslı bir beste, yüreğimden
Beynime doğru yükselirken
Hatırladım ki birden,
Bu kent benim sürgün  yerim
Kendimi buraya süren de  Ben.
                 -III-
Şiraz’lı Hâfız “kısa bir süre mümkün ancak,
Birbirimizi görme saadeti”
Demişti  bunu nasıl unuttum?
Bu saadetten bir iki yudum,
Ya da doyasıya nazar etmek,
Kesin kurtarırdı beni sürgünden
Görünmez bir elle kaldırıldım
Kendi dünyama geri alındım…
Yas giysisinden soyunmuş ağaçlar
İçimde ne makbere ne makber
Sadece Şirazlı Hafız^dan  gelen uyarı:
“Kısa bir süre mümkün olacak,
Birbirimizi görme saadeti”
Ona  doyasıya   nazar edeyim…
“Alemin seyir defterine,
Devamımız kaydedilmiştir”

Yine de..     

Güneş ve zerreler

Tasavvuf ve Divan Edebiyatında Zerre-Güneş İlişkisi Dr. Hüsrev Hatemi Küçük yaşlarda iken, yaz sabahları uyanınca perde aralığından giren ve odayı bir huzme ile dolduran güneş ışığı içinde zerreleri seyretmek zevkini hatırlıyorum. Belki birçok çocuğun böyle gözlemleri vardır. Yaş ilerleyince huzme ile karşılaşmak da azalıyor, içindeki zerreleri seyretme hevesi de kalmıyor. Huzme ve içindeki zerrekleri seyretme hevesim pek kalmamışken, Tıp Fakültesi yıllarım başladı. O zaman ilk sınıfta fizik, kimyâ, botanik ve zooloji dersleri görülürdü. Şimdi Tıp Fakültelerinin ilk sınıflarında, bu derslerin hepsi, Tıpla ilgili yönleriyle okutuluyor. Biz bu dersleri tıp eğitiminden o derece bağımsız görürdük ki ilk snıfta hiçbir tıp dersine girmeden, Fen fakültesine kaydımız yapılmış olarak sınıfı bitirir, ancak ikinci sınıfta Tıp Fakültesi kimlik kartı edinebilirdik. Fizik dersini 1933 reformu ile Türkiye’ye gelmiş olan Ord. Prof. Dr. K. Zuber’den dinledik. Bir derste, çocukluğumun hüzmesi ile karşılaştım. Arkadaşlarımdan hatırlayan var mıdır bilmiyorum. Fakat Zuber’in o günkü dersi bana çok sevkli ve sürükleyici görünmüştü. Diyordu ki: Bir kolloid eriyik (çözelti) içine yandan bir ışık hüzmesi gönderilirse, ışık kolloid eriyik içindeki parçacıklara çarpar ve küçük bir ölçüde sapma gösterir. Bir kolloid çözelti içinde çok sayıda asılı şekilde (muallak) duran parçacıklar olduğundan ışık huzmesinin bu zerrelerle yaptığı etkileşimler Fizikçi Tyndall tarafından incelenmiş ve bu fenomene, tarif edenin adı ile “Tyndall fenomeni” adı verilmiştir. Tyndall fenomeninden faydalanılarak geliştirilen mikroskoplara “Tyndall mikroskopu” denir. 1957’de zevkle dinlediğim bu ders, zihnimin bir köşesinde daima durdu. Fakat olayı biraz basit ve ayavan anlamışım. Bu basit anlayışımın sebebi, çocukluğumda huzme içinde gördüğüm parlamalardı. “Bir loş odada bir cismi görmek için üzerine el feneri ışığı tutarız ve görürüz. Şu halde Tyndall fenomeni basit bir şey, ışık tutulursa toz zerreleri görülüyor” diye çok basit düşünmüş olduğumu Zuberi dinlediğim 1957 yılından elli altı yıl sonra bu yıl anladım. Bir kere daha anladım ki “biliyorum” zannetmemeli, düşüncelere dalmalıyız. Konfüçyüs’ü de unutmadan. “Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir” diyen Konfüçyüs’e teşekkür ediyorum. Işık huzmesinin görünür bir şeyi göstermesi sadece “aydınlatmadır”. Tyndall fenomeni ise bir cep feneri aydınlatması değil, görme duyumuzla göremeyeceğimiz küçüklükte parçacıkların, ışığın çarpması ile varlıklarının kanıtı olarak bir yansımaya, parlamaya sebep olmalarıdır. Görülme değil “varlık kanıtı olan bir tepki vermeleridir”. Şu halde Tyndall fenomenini bir fizik kitabından tekrar okuyalım. “Bir makromolekül çözeltisini, ışık huzmesine dik oalrak bir cam kaba koyar ve yan taraftan beyaz ışık ile aydınlatırsak, çözelti (eriyik) mavimsi bir parlaklık verir. Çözelti ne kadar yoğun ise, içinde çözünmüş maddenin molekül ağırlığı ne kadar büyük ise, bu olay da orantılı olarak daha belirgin olur. Buna Tyndall fenomeni adı verilir. Bu olayı anlamak için, ışığın elektromagnetik bir dalga olduğunu hatırlayalım. Işık yayılmasında bir elektrik alan, bir de magnetik alan vardır. Bu iki alan, aynı frekansta dalgalanmalar gösterirler ve bu dalgalanma ışığın yayılma doğrultusuna diktir. Bir ışın, yolu üzerinde bir molekül ile etkileşim haline girerse molekülün elektrik yükü, ışık dalgasının elektrik yükünden etkilenir. Böylece etkilenen moleküller, ışık dalgasının frekansına uygun dalgalanma gösterir. Böylece molekülün kendisi de bir ışık kaynağı gibi hareket ederek uzayın her yönüne doğru ışınım yayınlar. Ortaya çıkan bu ışınımın bir kısmı da moleküle akseden ışık huzmesinin doğrultusunda yayılır. Bu olaydan ortaya çıkan ışınımın şiddeti, ışık dalga boyu ile ters orantılıdır. Beyaz ışık içindeki mavi renk kısa dalga boylu olduğundan, bu olayda ortaya çıkan ışınımın rengi mavidir. Güneş ışınları dünyaya ulaşıncaya kadar atmosferdeki oksijen ve azot molekülleri ile etkileşime girdiğinden, gökyüzünün rengi de aynı nedenle mavidir.” Yeniden okumam, Tyndall fenomeninin, ışığın sebep olduğu bir yeni ışınım olduğunu bana tekrar gösterdi. 1957’de Prof. Dr. Zuber’den dinlediğimde de makromoleküllerin gözle görülemeyeceğini, olayın bir aydınlatma basitliğinde olmadığını anlamıştım. Fakat çocukluğumda huzme içinde gördüğüm parlamaların hepsini halı tozları sandığımdan, bu benzetme benim gözümde Tyndall olayını basitleştirmiş ve zamanla fener ve görülen cisim basitliğine indirmişti. Tyndall fenomenini iyi anlayınca birden bire Mevlana’yı da Taşlıcalı Yahya Bey’i de Esrar Dede’yi de yanlış anladığımın farkına vardım. Mevlana’da ve özellikle Taşlıcalı Yahya, Hayâli Bey ve Esrar Dede’de gördüğüm “Tanrı nuru” ve zerrelerin (kulların) varlığının tezahürüne sebep olması benzetmesini bu yıla kadar önemsiz bir teşbih gibi görerek hızlı geçiyordum. Bu yıla kadar yanlış olarak düşündüğüm şu şekilde idi: “Tanrı Nûru, ben zerrenin varlık sebebidir demek tuhaf. Tanrı Nuru varlık sebebi olduğuna göre bir parçacığı aydınlatmak, varlığını ortaya koymak demek değil. Bu çok zayıf temelli bir benzetme”. Şimdi anladım ki ben yanlış düşünüyormuşum. İslâm filozofları, tarikat büyükleri ve şairleri demek istiyorlamış ki “Ey Rabbim, senin mutlak ve Tek ışık kaynağın olan Nur’un, yine senin yarattığın insan ruhu zerrelerine çarpınca, bu zerreler de ışık kaynağı oluyor. Yani benim önemsiz varlığımı yaratan da anılmaya değer, farkedilir bir zerre haline getiren de Zat-ı İlahi’dir, O’nun Nurları nuru olan Nurudur.” Örnekler “Ayn-ı aşk ile yürü nâzır-ı binâ olagör/ Zerre veş mihr-i münir ile hüveydâ olagör” (Taşlıcalı Yahya Bey) Aşk gözü ile yürü, bu evrenin yapısına iyi bak, zerre gibi, güneş nuru ile açığa çık. Burada güneş nuru ile açığa çıkmak, sadece bir benzetmedir. Bir insan ruhu, Allah’ın nuru ile aydınlanmaya başlarsa, Tanrı Nuru için “güneş batışı” söz konusu olmadığından, sürekli olarak kendisi de Tyndall fenomeninde olduğu gibi küçük ölçüde bir ışık kaynağı olur. Bir defa söyleyeyim, bu beyitte de “hüveydâ olmak” bir el feneri ile aydınlanarak görülmek değil, o ışık kaynağına elektromagnetik bir tepki vermek, ışınım haline geçmektir. Bu durum anlaşılınca, Yahyâ Kemâl’in beytini de daha iyi anladım: “Ne rütbe mihr-i dırahşan olur gönül gönüle”. Burada söz konusu olan, İlâhi Nur’dan aydınlanan iki insan ruhunun birbirini etkilemesi olduğundan (Mevlânâ ile Şems) Yahya Kemâl Beyatlı ikisine de “güneş” diyor. İlâhi Nur’dan bahsedilince, Allah nûru güneşe, insan ruhu “zerre”ye benzetilir. Taşlıcalı Yahyâ Bey, başka bir beytinde “Verelim kendimize mihr-ü muhabbetle vücûd/ Zerreler gibi bugün mihr ile peyda olalım” derken mihr (derin sevgi, şefkat) ise yine aynı şekilde yazılan mihr (güneş) ile kelime oyunu yapıyor. “Kendimize bugünden sonra derin bir aşkla varlık kazandıralım. Bu aşkın güneşi ile zerreler gibi görünür hale gelelim.” Hayâli Bey, Taşlıcalı Yahya Bey’in çağdaşıdır. İkisi de Mevlevi eğilimli şairlerdir. Hayâli Bey, Şems-i Tebrizi’nin Şems (güneş) adıyla kelime oyunu yaparak diyor ki “Yüzün görünce, Hayâli karardan geçti/ Tecelli eyledi Şems oldu zerre Mollayî”. “Hayâli, senin yüzünü görünce kararlılığı (sükuneti) kalmadı; Şems kendisini gösterince, Hayali’nin zerre gibi görünmez varlığı da Mevlevi oldu.” (Hayali Divanı 69/5, s: 425) Hayâli’den çok ilginç diğer bir örnek: “Gördük Hayâli nûr-i Hakkı, sanma sen bizi/ Zerrât gibi mihr-i cihangerd esiriyiz” (Ey Hayâli, biz Tanrı nûrunu gördük. Bu ardı kesilmeyen ışıktan sonra, diğer zerreler gibi evreni dolanan yani doğup batan güneşin esiri değiliz. Bizde Tanrı nuru kalıcı bir etki yaptı, varlığımız belirginleşmiş oldu). (Hayâli Divanı 22/5, s:205. Divan Edebiyatında ve İran şiirinde Selçuklular döneminden beri “zerre-güneş” ilişkisi vardır. Hattâ bazı beyitlerden sezildiğine göre, zerreler üzerinde güneşin bir çekim gücü olduğuna, zerrelerin güneş ışığında bu çekim gücü ile güneşe kavuşmak üzere harekete geçtiklerine inanılırmış. Ahmet Talat Onay’ın “Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı” kitabında, zerre ile güneş ilişkisine yer verilmiş. Ahmet Talat Onay da benim ilk dönemim gibi bu mazmunu, yani güneşte görülen toz zerrelerini biraz zayıf ve çağdaş bilime uymayan bir mazmun gibi görüyor. Benim fikrim de aynı iken Mevlâna gibi bir kişiliğin bu mazmuna önem vermesinin muhakkak felsefi bir sebebi olacağını düşünürken Tyndall fenomenini yeniden okumak aklıma gelmişti. Zerrelerin görünür hale gelmesinin bir aydınlanma değil, ayrıca zerrenin de (atom, molekül) bir ışının kaynağına dönüşmesi olduğu gerçeği ile karşılaştım. Ahmet Talat Onay’ın kitabından da bazı örnekler almak faydalı olacak. 1. Ki raks-ı zerreye hurşîd-i âlemtâb olur bais (zerrelerin dans etmesine âlemi ışıklandıran güneş sebep olur) Baki 2. Âlem içre vücudumuz yoktur/ Zerreyiz âfitâba mensubuz. (Biz bu âlem içinde varlığımızı gösteremeyiz. Çünkü güneşe mensub olan, onun ışığını görünce varlığımızı belirten zerreleriz biz) Rusçuklu Beyâni 3. Zerreden eksik değilsin yâ, aşk yolunda öyle gayret et ki raks ederek güneşe varasın. Şirazlı Hâfız (Tâ be halvetgeh-i hurşîd resî çerh zenan) Sonuç İslâm felsefesi ve İslâm kültürünün çok önem verdiği güneş-zerre ilişkisi basit bir “aydınlatma” teşbihi olmayıp Eflâtun-Plotinos-Suhreverdi-İşrak Felsefesi çizgisinde köklü bir kaynaktan olmalıdır. İşrak felsefesinde Nûr-i envar (Nurların nuru) Allah’tır. Onun nûru ile belirenler “ârızi nur”lardır. Fransız felsefe yazarları da “illuminé, aydınlanmış” deyimi ile kendisi de ışınım yayan mânasına “emané” deyimini ayırarak kullanmaktadırlar. Kaynaklar 1. François Grémy, François Leterrier Biophysique génerale et Médicale. Flammarion, Paris 1975. 2. Yahya Bey Divanı. Haz. Prof. Dr. M. Çavuşoğlu. İstanbul Üni. Ed. Fak. Yayınları. İstanbul 1977. 3. Hayali Bey Divanı. Haz. Ali Nihat Tarlan. İstanbul Edebiyat Fak. Yayınları. İstanbul 1945. 4. Ahmet Talat Onay. Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı. Hz. Doç. Dr. Cemal Kurnaz. Ankara 1992. 5. Christian Godin. Dictionnaire de Psilosophie. Fayard Editions du Temps 2004.

12 Ekim 2013 Cumartesi

Sürgünden Dönüş

                        Sürgünden Dönüş
                   -I-
O kentin kapısı önünde ;
Kuşkularla kuşatılmış ve dalgın,
İç kentim  miydi bu, dış kent mi,
Bilemem, bunu şimdi sormayın…
Karanlık bastırıyorken girdim;
El ayak çekilmiş dar sokaklardan,
Bir ağaç altında oturmuştum, huzursuz
Üşümüş ve türlü tehlikeye maruz,
Karşı tepede bir konak
Bir iki penceresi ışıklı…
Tepe eteğinde ,  güneşin yasını tutan,
Karalar giymiş bir koru
Koru değil  “meşcere “  diyordum,
Çünkü içim makbere gibiydi,
Ortaçağda bir gece yaşıyordum..
Bu kentle ilgili bir anım yoktu…
Kentin adından da habersiz
Sadece altında oturduğum ağacın
Nefes aldığını hissediyordum.
                     -II-
Huzursuz ,üşümüş,türlü tehlikeye maruz
Dışım buz kesmiş , yüreğimde buz
Yaslı bir beste, yüreğimden
Beynime doğru yükselirken
Hatırladım ki birden,
Bu kent benim sürgün kentim ve,
Kendimi buraya süren de  Ben.
                 -III-
Hâfız “kısa bir süre mümkün ancak,
Birbirimizi görme saadeti”
Demişti bunu nasıl unuttum?
Bu saadetten bir iki yudum,
Ya da doyasıya nazar etmek,
Kesin kurtarırdı beni sürgünden
Görünmez bir elle kaldırıldım
Kendi dünyama geri alındım…
Yas giysisinden soyunmuş ağaçlar
İçimde ne makbere ne makber
Sadece Şirazlı Hafız^dan  gelen uyarı:
“Kısa bir süre mümkün olacak,
Birbirimizi görme saadeti”
O halde ,gelir mi  acaba?
Ona  doyasıya   nazar edeyim
“Alemin seyir defterine,
Devamımız kaydedilmiştir”

Yine de..     
Kendimle baş başa kalınca
Çok defa,
Hava  soğur , anılar tipisi başlar
  Kar zerreleri  yüzümü  acıtır,  burnum alnım buz gibi
 Bu yağış, bazan  iri taneli bir dolu
Nerdeyse kafatasımı kıracak,
Dua  ve  Ümitlerin  şöminede yandığı
Ruhumun dağ evine dönerim.
Ümitler ısıtmaz insanı ruh kışında,
Saman alevi gibi yanar ve sönerler
Kurtarıcı olan dualardır ancak,
Duaların ormanını beslemedikçe
Sonumuz donmak.
Ayrıca  Ruhumuzun  dağ evinde,
Ölümden sonra da önce de

Yalnızlığımız mutlak.

Anılar Tipisi

Kendimle baş başa kalınca Çok defa, Hava soğur , anılar tipisi başlar Kar zerreleri yüzümü acıtır, burnum alnım buz gibi Bu yağış, bazan iri taneli bir dolu Nerdeyse kafatasımı kıracak, Dua ve Ümitlerin şöminede yandığı Ruhumun dağ evine dönerim. Ümitler ısıtmaz insanı ruh kışında, Saman alevi gibi yanar ve sönerler Kurtarıcı olan dualardır ancak, Duaların ormanını beslemedikçe Sonumuz donmak. Ayrıca Ruhumuzun dağ evinde, Ölümden sonra da önce de Yalnızlığımız mutlak.

Bir Garip Şarkı

Her sabah, bu âleme geri gelişimde, Bir ışık, bir de acı olur yüreğimde… Işık ,Tanrı’dan ve Sevgiden Acı ise, mesafeden sadece. O Işık, coşkuya dönüşür hemen, Yüreğime değince… Bu coşku ân olur beni çocuklaştırır, Düşsel bir çocuk tutar elimden, Eminönü’nde, Şişhane’de Nişantaşı’nda gezdirir kendi keyfince. Çocuktur çok sıklıkla küser, darılır, O zaman Kânun-i Evvel gelir Bir tipi bir kar , fırtına Ve Işık, çocuğun sandığına Konarak, Karlar altında bir gömü olur Günlerce. Hüsrev Hatemi
Her sabah, bu âleme geri gelişimde, Bir ışık, bir de acı olur yüreğimde… Işık ,Tanrı’dan ve Sevgiden Acı ise, mesafeden sadece. O Işık, coşkuya dönüşür hemen, Yüreğime değince… Bu coşku ân olur beni çocuklaştırır, Düşsel bir çocuk tutar elimden, Eminönü’nde, Şişhane’de Nişantaşı’nda gezdirir kendi keyfince. Çocuktur çok sıklıkla küser, darılır, O zaman Kânun-i Evvel gelir Bir tipi bir kar , fırtına Ve Işık, çocuğun sandığına Konarak, Karlar altında bir gömü olur Günlerce. Hüsrev Hatemi

15 Haziran 2013 Cumartesi

O öldü

  
O öldü,
Elif’e yöneldi
Elif çekmesine gerek yok…
Bâ harfi gibi uzanmış
Cevr ve Cefâ’nın  Cim’inden,
Melâl ve Elemin Mim’nden,
Âzâde oldu artık.
         Ölüm Elif’e yolculuktur,
         Bütün harfler unutulur
         Sahibi izin verirse eğer,
         Bizimle kalan Elif’tir…
        Bir de aşkın Ayn’ı
        Yani Elif ve aşkın aynı.
Ortalık simsiyah değil sandığımız gibi…
Açık yeşil ve koyu Mavi;
Fakat sessizlik yürek delici,
Selâm sözü en büyük teselli,
İzin verirse Kelâm’ın sahibi.
 Evet sessizlik korku verici
Sadece kulağa erişirse bir”Selâm”
Bu kâfi.                                                Hüsrev Hatemi






                                   

13 Haziran 2013 Perşembe

Kederli Öykü

Bana anlattı vaktin çok geç  olduğunu   Çocuk,
Konuşmuyordu tabii, sadece baktı, mahzun…
Yerde ayak izleri “uzaklaşan O”nun
Yürekteki   izlerse,   gözlerinden;
Bir goncaydı mutluluk hiç açılmamışken solgun.
Aramızda da bir “Kan Kalesi”
Ok yağıyor üzerime bardaktan boşanırcasına yoğun,
“Bana öyle bakmamalıydın giderken,
Cehenneme dönmemeliydi yokluğun.”
   Ardına bakmaların olmasaydı mahzun,
   Bu kadar ağrımazdı belki kalbim…
   Ama beni yalnız bırakıp giderken,
   Bakışlarınla yıkılmış,
  Gidişinle kimsesizim…
Son sahnemiz bu olacaktı demek bizim,
Arada yüksekte bir kan kalesi
Ve   giderken  arkaya bakış atan
İki suskun.
                      Hüsrev Hatemi

Kederli Öykü

Bana anlattı vaktin çok geç  olduğunu   Çocuk,
Konuşmuyordu tabii, sadece baktı, mahzun…
Yerde ayak izleri “uzaklaşan O”nun
Yürekteki   izlerse,   gözlerinden;
Bir goncaydı mutluluk hiç açılmamışken solgun.
Aramızda da bir “Kan Kalesi”
Ok yağıyor üzerime bardaktan boşanırcasına yoğun,
“Bana öyle bakmamalıydın giderken,
Cehenneme dönmemeliydi yokluğun.”
   Ardına bakmaların olmasaydı mahzun,
   Bu kadar ağrımazdı belki kalbim…
   Ama beni yalnız bırakıp giderken,
   Bakışlarınla yıkılmış,
  Gidişinle kimsesizim…
Son sahnemiz bu olacaktı demek bizim,
Arada yüksekte bir Kan Kalesi
Ve   giderken  arkaya bakış atan
İki suskun.
                      Hüsrev Hatemi

31 Mart 2013 Pazar

Türk Şiiri Yine orman gibi Olmalı

               Son yıllarda orman niyetine hep çam ormanları gördüğümden, karışık ağaçlardan oluşan ormanların güzelliğini unutmuştum.Bu yılın Temmuz ayının başlarında iki gün,Kırklareli’nin Demirköy ve İğneada  bölgelerinde geçti.Çam ormanlarının arkasından konuşmuş gibi olmayayım,Çam ormanları da güzel,fakat asıl orman güzelliği,gürgen,kayın,dişbudak,ıhlamur,meşe topluluklarıyla hissediliyor.Ormanla söyleştiğim bu iki gün içinde,bir benzetme canlandı kafamda…Benim çocukluğumdan,1970 li yıllara kadar,Türk şiiri,bir orman görünümdeydi.Fuzuli,Necati ,Hayali şiiri başka bir ağaç türüydü.Yunus Emre,Pir Sultan Abdal şiirleri  ise başka bir ağaç türü.Yahya Kemal şiiri Çınar benzeri akçaağaç gibiydi.Bir yönüyle Baki’ye benziyor(çınar)bir yönüyle akçaağaça(yeni şiirleri).
Bazı şairler in şiirleri bodur meşe gibidir.Hem seversiniz,bu toprakların ağacıdır  çünkü,hem de bir çınar ağacı kadar etkileyici bulmazsınız.Bazı şairlerin şiirleri süs ağacı gibiydi,ormanda boşuna aramayın.Ama salonlarda istediğiniz kadar,vitamini ve suyu verilen süs ağacı şiirler.1970 li yıllardan sonra,Türk Şiiri ormancıların “çakma orman dediği”çam ormanları görünümü almağa başladı.Şarkı güfteleri olmak için yazılan şiirler de “gelir getirsin,duyguları tutuşturacak kibrit çöpü yapmağa yarar”diyerek ekilmiş kavak topluluklarına benzemeğe başladı.Gelir düşünülerek dikilmemiş olan kavaklar ,insana “uzun gavah gıcım gıcım gıcılar/Ana benim sol yanımda sancı var/Ben ölürsem benden daha genci var” gibi ilhamlar verirdi .Yirmi yılda kesilmek üzere dikilen kavaklara ise,acıyarak bakıyorsunuz.İşte şarkı güfteleri olsun diye yazılan şiirler de, bu ikinci tip kavaklara benziyorlar.Güzel,ama gıcım gıcım gıcırdayan kavak değil,kibrit olmak için dikilmiş kavaklar.
1970 li yıllara kadar,şiirler çok fazla sayıda türlere ayrılmıştı,bu türler de aynen botanikteki gibi ,iki kelimeyle sınıflanabilirdi.Mesela akçağacın bir tipine “Acer pseudoplatanus”diyoruz.Birinci kelime “acer”bütün akçaağaçların adıdır.”Pseudoplatanus”ise bu akçaağacın yapraklarının  çınara benzediğinden verilmiş”alt tür”adıdır.Çocukluğumda  Yahya Kemal ,hem çınara hem akçaağaca benzeyen bir ağaç tipi demekti.Yunus Emre “halk şiiri yapraklı Çınar ağacı”denecek türde bir şiiri temsil ederdi.Orhan Veli,bir süs ağacıydı.Nazım Hikmet,büyük bir çitlenbikti.Rıza Tevfik Bölükbaşı bir ıhlamur ağacıydı.Tevfik Fikret At kestanesi,Cenap Şahabettin gürgen,Ahmet Haşim erguvan ağacıydı.Aşık Veysel,meşeydi.Hepsi ormana ayrı bir güzellik verirken,Orhan Veli  de salonlara güzellik verirdi.Sonra bir şeyler oldu,şiirimiz,güzel de olsalar çam ağaçları gibi hepsi az çok birbirine benzer bir görünüm aldı.Salon bitkilerinden bazıları dile gelip “ben salon bitkisi değilim,aziz ülkemin en birinci ağacı benim”diye haykırmağa başladılar.Bazı salon bitkileri,yakası açılmadık küfür sallamakla ,başkaldırı şiiri söyleyen bir çınar saydılar kendilerini.Salon bitkileri de Allah yaratığıdır ve onlara da iyi bakmalıyız.Ama her dediklerine inanmadan.Çam şiirler de güzeldir.Fakat unutmayalım  Türk şiiri bu topraklarda dokuz yüz yılı aşan bir zamandan beri var.Ayrıca bu şiir bir orman.Bütün ağaçların hakkını verelim ve ormana  iyi bakalım.Süs bitkisi şiirlere  de,turfanda meyva ve sebze şiirlere de özen ve sevgi gösterelim.Toplum halinde ve “kalkın ey ehl-i vatan”diyerek böyle değişimleri yapamayız.Çünkü insanlar da bir orman gibidir.Meşe,çınar,ıhlamur,kayın,çitlenbik,ısırgan otu,sarmaşık insanlar,diğer ağaçların da varlığını ve güzelliğini fark etsinler,bu da reform demektir.Bir örneklikten kurtuluş demektir.  Hüsrev Hatemi