10 Şubat 2011 Perşembe

Keder Denizi

    Keder Denizi

Yürekler vardır ki Devran elinden,
Onlara gam sunulduğunda,
İri güller gibi kan ağlayıp
Sessiz, dünyayı seyrederler...

Yürekler vardır ki onlar,
Kırgınlık ve yalnızlığı tadınca;
Sokak gösterilerinde yakılan,
Taşıt lastikleri gibi,
Alevli ve gösterişli yanarlar...

Yürekler vardır, gam denizi derinlerinde
Mürekkep balıklarıdır ki,
Onlara sitem eriştiğinde,
Deniz içine ağlarlar...
Laciverd ve dilsiz.
HÜSREV HATEMİ

9 Şubat 2011 Çarşamba

  AYLIK CERİDE

"Mestane nukuş-ı süver-i aleme baktık"
Naili gibi.
Kocası askerde bir kadının, çocuğu menenjitten ölüyordu.
İstanbul'da 1968'de.
Kadın bir kitap sayfasında değildi, yaşıyordu.
Parasızlık mutlak hakikatti onun için,
Bütün kelimeler parasızlığı hatırlatıyordu.
"Be Revani sana neler dediler
Bal tutan parmağın yalar dediler"
Demiş Revani bir zamanlar.
Mestane nukuş-ı süver-i aleme baktık,
Gerçekten bal tutan parmağın  yalıyordu. ...
Uzun tüyleriyle mağrur ve mütekebbir
Bir tekir kedi,
Sivri dişlerini gösterdi esnedi hastane bahçesinde.
Yukarıda bebek, kısa ve amacı bilinmez ömrünün,
Son dakikalarını yaşıyordu.
Anne esnedi uykusuzluktan,
Çok sorunlu bir gün başlıyordu. ...
İmam, fakir ilmühaberi, belediye... ....
ve biz sorduk sarı çiğdeme
Sen nerede kışlarsın diye...
Pir Sultan gibi.
O bücür sarı çiğdem kükredi aslan gibi,
"Bıktım sizin şairaneliğinizden,
Deliliğinizden, divaneliğinizden,
Birbirinize biganeliğinizden.
Küçücük bebeler bakımsız ölür,
Analar ne para ne ilaç bulur,
Sonra da cici beylerime
Benim kışladığım yer dert olur"
Sarı çiğdem burnundan soluyordu
Anladık ki bu şairanelikte de iş yoktu…
Bir “fan klüb” kurduk avunmak için
Pul karşılığında şarkı sözü gönderdik
Ve berber yüzü görmemiş kişilerin resimlerini
Ki onların, yarının büyükleri, şimdiden bellemişti
                                                                          İsimlerini.
“Yaralı sineme bal ile tuzu ekeyim deeğleneyim  bir zaman”
Demiş şair.
Biz de Emreler Anadolu’sunda, Rumiler  Anadolu’sunda
Bozuk Türkçeyle miyavladık bir zaman.
Ya o çocuk, o anne, diğerleri ne oldu?
Hiiiiiiiiç,
Her şeyle daha iyi gider iç,
Ne zıkkım bulursan iç
Ve unut utanmayı.
Sene 1968, aylardan nisan ayı,
Ve bunlar da bizim temaşa ile geçemediğimiz
                                                  Nukuş-ı suverdir.    Bir 1968 şiiri Hüsrev Hatemi





6 Şubat 2011 Pazar

Yaykur Tarih Dersi

Yaykur Tarih Dersi

1800’ler ile 1930’lar arasında,
Bazı Anadolu ve Rumeli kentlerinde
Yaşayan bu kavme dair
Pek az belge var elimizde. Bildiğimiz:
Kamış kalemlerini sevgiye batırıp,
Mührelenmiş kâğıtlara içirdiler;
Ney üflediler, tambur söylettiler,
Birçoğu muhabbet mülkü sultanına esir idiler.
Uysal ve sessiz yaşadılar, burası kesin,
Her talepte ibrâzı mecbûri aylık seyahat varakalarını,
Memur efendilere göstererek,
Meselâ Pendik’e Samatya’ya,
Dağılırlardı akşamları.
Frenklerden sevgi beklemeden,
Severek Fransızca çalıştılar.
Son derece hayretlerini muciboldu
Batıdan gelen her haksızlık;
“Niye hukuk-ı milel bizim için mer’i değil?”
Onların redingotları siyah- yeşil
Önceden söyler gibiydi siyah topraklarının,
Üstünde bitecek otları.
Ne oldular onlar, neden gittiler?
Bizim duymadığımız bir sayha mı işittiler?
Şairlere göre onları Gülcemâl
Bir defaya mahsus olmak üzere
Gemiler geçmeyen
Bir ummâna bırakmıştır.
Bu kadar unutulacaklardı demek,
Niye yaşadılar sanki?
Niye verdiler uygarlıklarının
O sırlı dokusuna emek?
Ve onları izleyen kavim,
Genellikle iyi asker veyâ muallim,
Millî bayramlarda heyecanlı,
Yaşadı ve çabuk çekildi şimdi yok.

Sistir o günleri canlandıran...
Tophane’ye sis bastığı günler,
Seyrisefain idaresi önünde
Sisten bir Rıza Bey çıkar ve sorar
Ne zaman gemi kalkacağını,
Hiç gitmeyeceği Napoli’ye
Muallim Feyzi’den Farisî öğrenen
Mekteb-i Sultani talebeleri
Tırmanırken Kadiriler yokuşunu
Sorar Rıza Bey nerde Napoli?
-İtalyan padişahının şehri-
Devran çarkını tersine çevirmeli,
Önce ölmeli, sonra görmeli.
Çok geçmez dağılır sis ve duman,
Yalnız sistir o günleri canlandıran.
                                                             Hüsrev Hatemi