Hüsrev Hatemi
On iki on üç yaşlarında Yahya Kemal’in “Gâh akarken hüznü eyyam-ı hazanın Göksu’dan / Tek teselli mutribin elhân-ı nâyından gelir” mısraları ile tanıştım. Bu tanışmadan bir ay kadar sonra annem ve akrabalarla yapılan bir Küçüksu gezisinde,Küçüksu’nun musikîsini duydum. Gerçekten de semtlerin bir musikîsi vardır. Binaların her biri, ufuktaki deniz manzarası, görülen bir vapur, bir ağaç, semt sakinleri bu bestenin notalarıdır. Yalnız şunu da eklemek lazım, her dinleyici için bu notaların yorumu farklıdır. Birbirine yakın besteler dinlemek için iki beynin aynı nesilden olması, hatta aynı dinden veya aynı inanıştan, aynı edebiyat zevkinden olması şarttır.
Mesela Beşiktaş’ı ele alalım; Beşiktaş bana Rıza Bey’in “Meyledip ağyarı aldın yanına / Bivefâ hercâi yazık şanına” şarkısını dinletir.
Fındıklı’dan sözsüz bir saz eseri, mesela Tanburî Cemil Bey’i dinleyerek, Meclis-i Meb’usan’ın işgal ediliş günlerini düşünerek geçerim. Tophane’den bir tulumbacı türküsü dinleyerek geçerim. Kadiriler yokuşunda ve Karataş türbesi önünde kulağımda “Hazret-i Pir Efendimiz” veya başka bir tasavvuf neşesinde beste çalınır. Beyoğlu’nda “Beyoğlu’nda gezersin”i, St. Antuan önünde bir “erganun” ahengi dinlerim. Tünel’e Şeyh Galip türbesi önüne gelince “Yine zevrak-ı derunum kırılıp kenâre düştü / Dayanır mı şişedir bu reh-i seng sare düştü” sözlerini yazan Galip Dede’yi anarak geçer,hem bu besteyi hem de Mevlevî ayinlerini duyarım. Şişli’de “Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından” şarkısı başlar. Şişli Camii’nden kalktığını hatırladığım her uğurlanan kişinin hatırası, bu besteye ayrı besteler ekler.
Osmanbey Atatürk Müzesi önünden bir Saadettin Kaynak bestesi, bazen da “yaslı gittim şen geldim”i dinleyerek geçerim. Pangaltı’dan Rumca bir Şarkı dinleyerek geçtikten sonra ,Harbiye’de askeri marşlar başlar. 1912’de milli birlik için Kaptanzade Ali Rıza Bey’in bestelediği, sade sözlerini bildiğim, maalesef, işe yaramamış olan besteyi düşünürüm “Bak Hasan’la Vartan’a, asker oldu Vatan’a, bak Nesim’e Petro’ya, asker oldu orduya. Elele hep verelim kardeşçe birleşelim.”
Eminönü’nde ve Galata Köprüsü üstünde ruh haline ve mevsimine göre besteler değişir. Fakat çoğu “Kapıldım gidiyorum, bahtımın rüzgârına, Ey ufuklar diyorum, yolculuk var yarına” havasındadır. Sirkeci, birbiri ardından gelen bestelerle bana bir fasıl dinletir. Babıâli’den geçerken sevdiğine derdini “Arzetmeğe” fırsat bulamayan İstanbul Efendisini düşünürüm. “Derdimi arzetmeye ol şuha bir dem bulmadım.”
Vilayet önünde Babıâli baskınlarını “Ordumuz etti yemin, titredi ru-yi zemin” eşliğinde düşünürüm.
İran Konsolosluğu önünde Hafız’ın gazeli başlar “Hergiz nemired an ki dileş zinde şod be aşk” Divanyolu’na çıkınca serhat türküleri, Dede Efendi, Şakir Ağa, Şeyh Bedrettin, Sultan Abdülhamid, İkinci Mahmud, Köprülüler, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Ziya Gökalp, Fatma Gevherin Sultan çağrışımlarının yarattığı nağmeler ortamından hızlanarak kaçar veya müsait bir günümde isem, beynime bir ses filtresi takarak bu çağrışımlardan yalnız birinin musikisini dinlemeye çalışırım.
İstanbul’da yalnız bunlar duyulmaz. Öyle noktalar vardır ki bir Anadolu türküsünden bir klasik müzik parçasına geçilir. Biraz sonra bir Türkçe tango başlar.
“Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul” bestesi bence tüm İstanbul’un bestesidir.
İstanbul’u sevmek bu bestelerin değişmemesine de çalışmak demektir. Bestelerin kişilere göre farklı olabileceğini söylemiştim. Fakat tehlike şuradadır. İkinci Mahmut Türbesi önünde Sultanahmet Meydanı’nda, Şişli’de, Tünel’de hep aynı tipte musikî duyulursa, artık İstanbul öldü demektir. Gayri isteyen Fadime’nin düğününde halay çekmek için köyüne avdet buyursun, isteyen makarna tenavül etmek için Trieste’ye gitsin. Bize de vefat etmek düşer.